Nov 29, 2015
Şu özlü sözü hepimiz duymuşuzdur: “Bir kitabı kapağına bakarak değerlendirmeyin.”
Şimdi bu söze, şunu da ekleyebiliriz: “Bir kitabı içindeki tek bir bölüme bakarak değerlendirmeyin.”
Sözünü ettiğim bölüm, Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı (2007 – 2014 yılları arasında görev yapmış) Abdullah Gül’’le ilgili yeni bir kitapta geçiyor:
“Hesap vermenin, şeffaflığın ve iyi yönetimin hâkim olduğu, temel hak ve özgürlüklerin, kadın-erkek eşitliğinin yüceltildiği, slogan ve kör söylemlere yer olmayan bir vizyona sahip olmalıyız. Kısacası önce evimize çeki düzen vermeliyiz.”
Ahmet Sever’in yazdığı “Abdullah Gül İle 12 Yıl” isimli kitap, gayesiz bir martaval olmaktan öteye geçemiyor.
Gül, bu ikiyüzlü ve boş lakırdılarını, Tahran’da önceden seçilmiş ve demokrasiyle zerre kadar ilgisi olmayan ama demokrasinin en şevkli savunucularıymış gibi rol kesen bir grup İslami politikacıya boca etmiş.
İslami hukuk, kadınları ikinci sınıf canlılar olarak aşağılarken, İranlı yetkililer “kadın-erkek eşitliği”nin nesiyle ilgilenebilirler?
Bir baykuşun diğerine şöyle demesi gibi bir şey bu: İşimizi karanlıkta yapmayı bırakıp, aydınlık yerlere çıkmamız ve barış sembolü güvercinler gibi davranmamız lazım.
Bu kitap, Gül’ün dürüstlükten nasibini pek almamış bir politikacı; Sever’in ise emekli danışman kılığı altında para karşılığında yandaşlık yapan bir çıkarcı olduğunu ortaya çıkarıyor.
Örneğin, Gül 2002 yılında ülkesinin ilk dindar başbakanı olarak iktidara geldiğinde, General Tuncer Kılınç ülkenin milli güvenlik danışmanıdır.
Kılınç, bir nevi rüşvet teklifiyle Gül’e yanaşıyor ve diyor ki: Eğer eşinize başını örtmemesini söylerseniz, “sizin heykelinizi dikeriz.”
Bir miktar sinirlenen Gül, şöyle hırlıyor: “Bu sizi niye ilgilendiriyor? Ben sizin eşinizin nasıl giyindiğiyle ilgileniyor muyum?”
İlk bakışta, generale dersini verme cesaretini gösterdiği için sivil Gül’ü kutlayacak gibi oluyoruz—çünkü bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk.
Ama biraz daha düşününce, yaşanan diyalogun aptallığı karşısında şaşıp kalıyoruz: Türk erkekleri, eşlerinin dışarıda ne giyeceğine neden bu kadar karışıyorlar?
Aynı durum, 20 milyon Kürd’ün dilini yasaklama hakkını kendine mal eden Türk hükümeti için de geçerli. İnsanın, Gül’ün verdiği cevaptan ilham alıp, şöyle bağırası geliyor:
“Kürtlerin dili, niye Türkleri bu kadar ilgilendiriyor? Kürtler, Türklerin dışarıda nasıl davranacaklarını hiç dert etmişler mi?
Türk politikacıların ikiyüzlülüğünün yükü çok ağır—bilhassa o göz kamaştırıcı kusurlarını yurt dışında gizlemeye çalışırlarken.
Gül, İran’da Orta Doğu’nun Thomas Jefferson’ı gibi konuşmaya çalışıyor ama Paris’te Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy, Türkiye’nin demokratik açıdan samimiyetini sorguladığında Gül’ün keyfi kaçıyor.
Şöyle diyor Gül: “Daha demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne sahip, ekonomisi daha güçlü, güvenliğe katkısı daha fazla olan bir Türkiye sizin menfaatinize değil mi?”
Bu sözler, evet, bir nebze ilgi çekici olabilir ama gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yok. Ayrıca, Fransızlar, karşılarındaki insanın son sözü söylemesine çok nadiren izin verirler:
“Biz tabii ki laik, demokratik, modern bir Türkiye istiyoruz. Çalışkan ve zeki Türk halkına, ancak AB içindeyseniz demokratik olursunuz denebilir mi?”
Sözün özü, Sarkozy Gül’e şöyle diyor: “Her şeyin bir sırası var!”
Eğer Sarkozy’nin kusursuz mantığı Gül’ü etkilememişse, işte Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda bitmek bilmeyen arayışına bir Kürt çözümü:
Çöldeki serap misali sürekli Avrupa’ya öykünmek yerine; örneğin, Avrupa’dan yayın yapan “illegal” Kürt televizyon kanallarına koyduğunuz yasağı kaldırarak, Avrupa’nın biraz olsun Türkiye içinde yeşermesine izin verin!
Böyle bir adım, Türkiye’nin Avrupa’daki dostlarının sayısını artıracak ve bizi, son zamanlarda tanıklık ettiğimiz tehlikeli restleşmeden uzaklaştırıp, medeniyetler arasındaki uyuma katkı sağlayacaktır.
Bir Türk politikacı hayata geçirilmiş, gerçek demokrasiyi yani Kürtlerle adil ve onurlu bir barışı savunabilseydi eğer, Türkiye’ye büyük ihtimalle 3. Nobel ödülünü kazandırırdı—bu seferki, Nobel barış ödülü olurdu!
Gül’ün tüm hayatı elbette sadece ikiyüzlülükten ibaret değil. ABD’ye ait, sızdırılmış diplomatik yazışmaların ortaya çıkardığı ve Gül’ün siyasi köklerinin nereye dayandığına dair yüz kızartıcı bir ismin sebep olduğu alay da söz konusu.
Gül’ün Fethullah Gülen’le, yani Türkiye’nin dünya çapında en çok arananlar listesinde yer alan ve şu anda avare avare Pennsylvania’da dolaşmakta olan Türk din adamıyla bağlantısı olduğu söylenince, Gül ve yandaşları gülüyorlar.
Gül, bu suçlamayı reddediyor ve diyor ki eğer Amerikalılar ev ödevlerini iyi yapsaydılar, kendisini Gülen’le değil, “Büyük Doğu” ile ilişkilendirirlerdi.
Bak gördün mü şimdi? Bir kusur varsa eğer, hep başkalarının suçudur!
Ama tarafsız bir gözlemci bile “Gül” ve “Gülen” kelimelerindeki ortak harfleri hemen fark edecektir!
“Büyük Doğu”, Türk şairi Necip Fazıl Kısakürek’in fikirlerinden esinlenen eski bir derginin adı. Kısakürek artık hayatta değil ama fikirleri Gül gibi siyasetçilerin etkisiyle iktidara geldi.
Irkçı bir Müslüman ve azılı bir antisemit olan Kısakürek, şiirlerinde Batı’nın şeytaniliğine karşı Doğu’nun erdemlerini yazmış ve ileri yaşlarda yolu Gül’le de kesişmişti.
Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” isimli kitabını görememişti. Ama şayet görebilseydi, kitabın sayfalarında kendini de bulurdu diye tahmin ediyorum.
Kısakürek’e şöyle sorulduğu rivayet edilir: “Üstadım, anlattığınız fikir hayatı içinde sizi de görmek istiyoruz.”
Kısakürek şöyle cevap vermiş: “Ben, özlenen İslam çiçeğinin sadece gübresiyim.”
Bu gübre olma hali, seküler Kürtlere ve gayrimüslim dünyaya karşı terör eylemleri yapmayı da içeriyor mu?
Aynı Kısakürek, aslında Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ama Atatürk’ün çaldığı ve Türk meclisinin ön duvarına süslenerek işlenen “Egemenlik milletindir” fikrine de inanmıyor. Kısakürek’e göre, “Hâkimiyet Hakkındır.”
Ah – ama “Hak”kın ne olduğuna kim karar verecek?
Ohio Üniversitesi’nden modern Orta Doğu profesörü Carter V. Findley, Kısakürek’in bu sözüyle Franco ve Hitler karışımı İslami bir lideri kastettiğini söylüyor!
Yani çiçek ama nasıl bir çiçek! Kötü kokulu, yaramaz bir ot!
Sever’in kitabındaki tek cazibeli kısım, Türk gazeteci Cengiz Çandar’ın Sever’e anlattığı, Sever’in de Gül’le paylaştığı bir anı:
Amerikalı bir gazeteci, Çandar’dan Gül’le Erdoğan’ı kıyaslamasını ister. Çandar da şu cevabı verir: “Sokakta kavga çıksa, Erdoğan direkt dalar, Gül arkasını döner ve uzaklaşır.”
Bu cevap Gül’ün kulağına gidince, şöyle cevap verir: “Hayır, ben kavgadan kaçmam. Dövüşen tarafları ayırırım.”
Hadi oradan, canım! Basbayağı yalan söylüyorsunuz işte!
Kürtlerin bu yalana şöyle bağırası gelmez mi: “Sayın Cumhurbaşkanı, Kürtler, kurulduğu günden beri Türkiye Cumhuriyeti’yle savaş içindeler. Madem o kadar barışsever bir insansınız, neden iktidardayken Kürt-Türk savaşını bitirmediniz?”
Türkler, iyilikleriyle ters orantılı olarak çok güçlüler. Kürtler, Türklerin zayıf yönünü bulana kadar, tarihçi Tukidides’in yazdığı gibi (2400 yıl once) Atinalıların Melianlara verdiği ültimatomun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaklar:
“Hak, yalnızca eşit güçler arasında söz konusu olabilir. Güçlü ne isterse yaparken; zayıf mecburen acı çeker.”
Sever, Gül’ün Kürt meselesine her zaman bir “vicdan meselesi” olarak baktığını söylüyor. Eminim ki Gül bu sözüyle ya Sever’i ya da kendini kandırmış.
Eğer gerçekten Kürt meselesinin bir vicdan meselesi olduğunu düşünüyorsa, daha çok Konfüçyüs okumalı. Bu Çinli bilge, hem Gül’e hem de gelecek vadeden Kürt liderlerimize muhteşem bir ilaç sunuyor:
“Bir yöneticinin ahlaki karakteri, rüzgârdır. Yönetilenlerin ahlaki karakteri ise çayır. Rüzgâr estiğinde, çayır eğilir.”
Türkiye’de esen ahlaklı rüzgâr öyle kıt ki.
Türkiye’de esen rüzgârlar, Kürdistan’a kurşun ve bomba yağdırıyor, Kürdistan dağlarını ve şehirlerini perişan ediyor, Kürt çocuklarının yüreklerini korkuyla dolduruyor. Ama Sever, idolü olan Abdullah Gül’ü büyük bir devlet adamı olarak hatırlamamızı istiyor.
Kandırılmış Türkler, Gül’ü öyle hatırlayabilirler belki ama vicdanlı Kürtler ve dünyanın her yerindeki demokrasi yanlıları, Gül’ün adını sonsuza dek ikiyüzlülükle birlikte anacak ve onu insan ırkının yüz karası olarak görecekler.
Kani Xulam, Washington D.C.’de bulunan Amerikan Kürt Bilgi Ağı’nın (American Kurdish Information Network) direktörüdür.
Yazının İngilizce aslı PASEWAN sitesinde yayınlanmıştır: http://pasewan.com/blog/2015/turkeys-fatally-flawed-democracy/
0 Comments